BİR KENTTEN DİĞERİNE KOLONYA

Köln’den kolonyaya
Hoş kokulu bir aile tarihi!

Almanya ile Türkiye’yi birleştiren uzun tarih her zaman toz pembe değildi. Yine de, Federal Almanya ile Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı İşgücü Antlaşması’nın 60. yılında, bu iki ülkeyi ve insanlarını birbirlerine bağlayan şeylerin birbirlerinden ayıranlardan çok daha fazla olduğunu söylemeliyiz.

Almanya-Türkiye ilişkisi bütün karmaşıklığı ile 60 yıldan çok daha geriye dayanıyor ve on yıllar içerisinde geride ortak tarihlerine dair pek çok iz bıraktı. Bunlardan biri de, kökeni adından da anlaşılacağı gibi Köln’de olup yolu Türkiye’ye düşen ve bugün de ardında hoş kokular bırakan kolonya.

Son dönemde herkesin ağzında ve “elinde” olsa da; Türkiye ve Almanya’da yaşayan çoğu insan kolonyanın Türkiye-Almanya bağlılığının bir ürünü olduğunun farkında bile olmayabilir. Yirmi yıl önce ilk kez Türkiye’ye geldiğimde kolonya, şehirlerarası otobüslerden lokantalara ve berber salonlarına kadar her yerdeydi. Son yıllarda ise ciddi bir gerileme içindeydi ve aslında çevreye daha zararlı “ıslak mendiller” tarafından yerinden ediliyordu, ancak pandemiden dolayı dezenfektan ürünü olarak yeniden ön plana çıktı.

Döngünün tamamlanması ve Almanların da bu aile tarihinin ne kadar güzel koktuğunu anlamaları için artık kolonyanın Almanya’ya geri dönme zamanı!

Böll Stiftung olarak sizi kısa ve hoş kokulu bir yolculuğa çıkarmaktan mutluluk duyuyoruz!

Kolonya kitabı kapağı

Vedat Ozan

Bir duyu olarak koku

Koku, dış dünya ile iletişim kurduğumuz beş temel duyudan biri. Ne var ki belki de hepsinin içinde en sessizi, zira kokuları tanımlayacak, üzerine konuşacak bir lisandan yoksun yaşıyoruz. Bu nedenle konuşurken veya yazarken bir kokuyu tarif etmemiz gerektiğinde diğer duyulardan ödünç alınmış “tatlı”, “ağır”, “yumuşak” gibi kelimelerle, onların yetmediği yerlerde de “yağmur sonrası toprak” veya “yeni kesilmiş çimen” gibi benzetmelerle işimizi görmeye çalışıyoruz. “Sarı” dendiğinde herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir renk gibi kesin tanımlamalar yok hayatımızda koku ile ilgili.

Ne var ki bu durum sizi yanıltmasın, üzerinde konuşulamıyor olması kokuyu önemsiz bir duyu yapmıyor. Bilakis, koku hayatta kalabilmek, türün devamına imkan verebilmek açısından en önemli duyularımızdan biri.

Atalarımızı, hele ki mağara ve öncesi dönemde yaşayanları düşündüğümüzde, bugün elimizin altında olan ve hayatımızı görece kolaylaştıran pek çok şeyin onlar için hayal dahi edilemez olduğunu görebiliyoruz. Acıktığımızda bilgisayar üzerinden yemek sipariş edebiliyor, hatta ona bile gerek duymadan cebimizdeki telefonu bu iş için kullanabiliyoruz. Keza gelen yiyeceğin bizim için zararlı olup olmadığına, tazeliğine etiket bilgilerine bakarak karar verebiliyoruz. Belki daha da önemlisi, çok seçenek arasından değerlendirme yaparak bize en çok haz verecek besini öğün olarak seçebiliyoruz.

Oysa büyük büyük atalarımızın hayatları bundan farklıydı. Her şeyden önce onlar için öğün, yiyeceğin bulunduğu zaman yenmesi ve açlığın giderilmesi demekti. Bu anlamda “şunu yemeyeyim, öbür avı veya meyveyi bekleyip onu yerim” gibi bir seçenek yok, zira açlıktan bahsetmekteyiz, keyfe keder bir akşam yemeğinden değil.

Bu dönemde atalarımızın elindeki tek değerlendirme aracı duyularımız. Koku duyusu da önce dışarıdan gelen koku uyarıları (ortonazal) ve esas olarak da lokma ya da yudum ağız içine girdiğinde damak üzerinden yükselen ikinci kademe koku uyarıları (retronazal) ile çift kanallı bir koku değerlendirmesi yapılmasına imkan veriyor, yanına diğer duyulardan gelen uyarıları da katarak atalarımızın sağlıkla karın doyurmasını sağlıyor.

Sadece beslenme değildi elbette gelen koku uyarılarının bizde sebep olduğu şeyler. Başka canlılara yem olmamak, yangın yerinden uzaklaşmak gibi tehlike kaynaklarının varlığını belli eden koku uyarıları da gidilmesi değil, kaçılması gereken olguları işaret ediyor.

Bir önemli işlevi daha var bahsetmemiz gereken; o da koku duyusunun üreme ve türün devamını sağlayabilmesi. Üremek dediğimizde doğal olarak cinsellik geliyor tabii akla. Tamam, o gelsin ama sürekli cinsel çekim iddialarını tekrarlayan bir kısım parfüm reklamı gelmesin, zira bahsettiğimiz şey insan eliyle üretilmiş bir koku değil, insanın kendi kokusu, yani bazal vücut kokumuz. “Vücudumun nasıl koktuğuyla üremenin ilgisi nedir?” diye düşünüyorsanız, cevabı kısaca şöyle: Bir sonraki sağlıklı nesli üretebilmek için bir araya gelmemiz gereken eş bize ne kadar uzak ve farklı bir bağışıklık sistemine sahip olursa, doğan bebeğin hayatta kalma, daha dirençli bir birey olarak tür zincirini devam ettirebilme şansı da o kadar artıyor.

Hepimizin bağışıklık sistemini düzenleyen bir gen grubu var: MHC (Major Histocompatibility Complex). Bütün genetik özelliklerimizde olduğu gibi MHC’nin de dışarıdan gözlenebilir bir özelliği, yani fenotipi var. O da tahmin edebileceğiniz gibi vücut kokumuz. Dolayısıyla vücut kokumuz her ne kadar biz farkında olmasak da sosyal ortama bizim genetik yapımıza dair uyarılar taşıyor, koku ile üreme ilişkisi de en kısa anlatımla bu şekilde kuruluyor. Bu alanda yapılan pek çok kör-deney, bilinçsizce de olsa eş seçiminde koku parametresi sunulduğu zaman insanların kendilerine en uzak bağışıklık sistemine sahip bireyleri seçtiklerini gösteriyor.

Bu durum her ne kadar binlerce yılda insan türünü bugüne getirmiş olsa da, artık hayatımızın içine giren evlilik gibi sosyal kurumlar, ilişkileri diğer canlılar gibi sadece üreme temelli görmemek, beraber uzun süreler, hatta bir ömrü beraber geçirmeyi amaçlamak gibi görece yeni olgularla beraber artık geçerliliğini büyük ölçüde yitiriyor. Beraberliklerin üreme amacını arka plana atıp sosyal birlikteliklere dönüşmesiyle beraber eş seçim parametreleri de biyolojik değil, sosyal parametreler olmaya başlıyor. Bu da koku duyusunun önemini bir nebze de olsa azaltıyor. Keza bugün sabundan ayakkabı boyasına o kadar çok kokulu ürün kullanıyoruz ki karşımızdakinin bazal vücut kokusunu alabilmemiz neredeyse imkansız.

Diğer duyularla mukayese ettiğimizde koku duyusunun şöyle bir ayrıcalığından da söz edebiliyoruz. Reseptörlere ulaşan koku moleküllerinin uyardıkları beyin bölgesi, aynı zamanda bellek ve duygudurumların işlenmesinden de sorumlu limbik sistem ismini taşıyan bölge. Diğer duyulara gelen uyarıların da limbik sisteme erişimi elbette söz konusu ama koku duyusuna gelen uyarılar ayrıcalıklı olarak buraya herhangi bir bilişsel filtre veya süzgeçten geçmeden, dolaysız olarak ulaşıyorlar. Bu da bizim kokulara verdiğimiz tepkiler üzerinde iradi bir hakimiyetimizin olmadığı, duyumsanan kokuyla farklı duyguların yaşanabilip geriye doğru uzun zaman yolculukları yapılabildiği gerçeğine işaret ediyor.

Az şey değil bu; Marcel Proust çaya batırılmış bir kek parçası ile yaptığı istemsiz bellek yolculuğu ile çocukluk günlerinden başlayarak üç bin küsur sayfalık bir edebi eseri, Kayıp Zamanın İzinde’yi kaleme aldı, unutmayalım.

Peki, ne oldu da biz, çevremizdeki nesnelerin, doğadaki ağaç, çiçek, hayvan, kök, reçinenin, kendi halinde kokması ile yetinemeyip kendi hayatımızın içine dahil etme isteğini duyduk? Bir başka deyişle, insan ne zaman kokuları ve onlara kaynak olan şeyleri varoluşlarının gereği olan bitkisel veya hayvansal amaçlarının dışında kendi arzu ve ihtiyaçları için kullanmaya başladı? Bu sorular bizi kaçınılmaz olarak parfüm tarihinin başlangıcına getiriyor.

Çoktanrılılar

Çoktanrılı dinlerin doğuşu aynı zamanda parfümün de doğuşudur dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Birden fazla soyut varlığa inanan ve onlardan beklentileri olan insanlar bu soyut varlıklara mesaj gönderebilmek için gene bir soyut aracı, kokuyu kullanıyorlar. İlk dönemlerde herhangi bir parfüm kompozisyonundan söz etmek mümkün değil, kokulu malzeme, ağaç veya reçine, her ne ise, olduğu gibi ateşin üzerine atılıyor ve yükselen dumanın ortama taşıdığı koku molekülleri de şükran veya talep mesajını tanrılara iletiyor. Zaten bugün en bilindik kokulu ürün ismi olan “parfüm” kelimesi de bu kullanımdan doğuyor. Fumum “duman” demek, per ise “yönlenen” anlamında. Perfumum da “dumanla beraber giden, dumanla yönlenen” anlamına gelerek parfüm kelimesinin kökenini oluşturuyor. Tabii ki bugün anladığımız anlamda bir parfüm değil bahsettiğimiz; çünkü sürülmüyor, yakılıyor.

Yakılan bu kokulu malzeme mesaj iletmenin ötesinde bir işe daha yarıyor. Kokuların duyumsandığı mekanları o inanç sisteminin pratiğinin gerçekleştirildiği yerler olarak işaretliyor. Dolayısıyla kokunun duyulduğu yer tapınak, duyumsanan kokunun profili de tapınağın kimlik belirteci haline geliyor.

Ne var ki bu kokulu uygulamanın bir sorunu var: Taşınması mümkün değil. Böylece ikinci aşamaya geçiliyor, yani kokulu malzeme taşıyıcı bir ortamın içine yerleştiriliyor. Her ne kadar bugün koku moleküllerinin içinde taşındığı ortam büyük çoğunlukla alkol olsa da o dönemlerde henüz alkol nedir, bilinmiyor. Dolayısıyla eldeki tek uygun taşıyıcı olarak yağların kullanıldığını görüyoruz. Kokulu malzemeler yağın içine yatırılıyor, makul bir süre bekleyip malzemenin kokusunun yağa geçmesi, yani moleküler transfer sağlanıyor. Ardından, içinden çıkarılıp atılıyor ve kokunun sinmiş olduğu yağ kendi başına bir koku unsuru olarak kullanılıyor. Bu sayede de kokular sadece ateşe mahkum olmaktan çıkıp cepte taşınabilen bir hüviyet kazanıyor. Devamında da muhtelif kokulu yağın belli oranlarda bir araya getirtilerek bugün bildiğimize çok benzer parfüm kompozisyonlarının oluşturulabildiğini görüyoruz.

Bütün bunlara rağmen nokta atışı yaparak “parfüm ilk şurada ortaya çıktı” demek mümkün değil; birbirine yakın zamanlarda farklı yerlerde izlerine rastlamak mümkün. Dört bin yıldan eski parfüm şişelerinin Kıbrıs’ta ortaya çıktığından bahsediliyor. Hatta yakın zamanda, 1900’lerde, adanın ismi ile anılan ve ona ithaf olunmuş bir parfüm ailesi “şipr” (chypre), parfümlerin sınıflandırılmasına yardımcı bir kulvar olarak ortaya çıkıyor.

Gene bu tarihe yakın zamanlarda Hint veya Çin gibi farklı coğrafya ve kültürlerde, yakılarak ortaya kokusu çıkarılan malzemeler, yani tütsü formunda parfümler mevcut. Mezopotamya’da bulunan bir tablette ise saraya bağlı çalışan Tapputi-Belatekallim isimli bir hanımefendiden bahsediliyor. Tarihin ilk kimyageri ve parfümörü olarak kayda geçen bu hanımefendi, muhtelif reçine ve çiçekleri bazen solventlerin içinde bekletiyor, bazen de şarapla kaynatıyor, bu işlemi birkaç kez tekrar ettikten sonra da filtre edip sarayın ihtiyaçları için kullanıma sunuyor.

Tek tanrılılar

İnanç sistemleri ilk bölümün sonunda bahsettiğim bellek ve duygudurum ilişkisinden bihaber olsalar dahi, çoktanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişte kronolojik akışta aksatma yaratmayacak bir tutarlılık içinde, o ani bellek canlandırma ve duygulandırma işlevinden hareketle, koku kullanımına devam ediyorlar. Bu anlamda tarihin ilk yazılı parfüm formüllerinden birine Eski Ahit’te rastlıyoruz. Parfümün içine konulacak malzemenin bire bir ağırlık ölçüsü verilerek listelendiği bu tarifte taşıyıcı malzeme olarak da zeytinyağına işaret ediliyor. Değil o içerik malzemesine ulaşmak, zeytinyağının erişilebilirliğinin bile bugünkünden çok daha zor olduğunu, üstelik elde edilen yağın sadece salata veya yemek değil, daha temel ve yaşamsal ihtiyaçlar için, ilaç veya aydınlanma için kullanıldığını düşünürsek, yazılan bu formülün oldukça pahalı bir ürüne ait olduğunu görebiliyoruz. Zaten “kutsal sürme yağı” olarak isimlendirilen (shemen ha misha/holy anointment oil) bu parfümü sıradan halkın kullanmasına izin verilmiyor, o ayrıcalık sadece yüksek rahiplere tanınıyor.

Matta İncili’nde ise Hz. İsa’nın doğumu üzerine gökteki yıldızları takip ederek onu ziyarete giden Üç Müneccim’den bahsediliyor. Gaspar, Melkior ve Baltazar ismini taşıyan ve Doğu’nun Üç Kralı diye de bilinen bu üçlü bebeğin önünde diz çökerek onun yüceliğini kabulleniyor, ona boyun eğerek biat ediyorlar. Ziyarete gelirken her biri de elinde farklı bir hediye ile geliyor. Bu üç hediyeye baktığımızda birinin altın, diğerlerinin ise akgünlük ağacı (Boswellia sacra) reçinesi ile mürrüsafi (Commiphora myrrha) reçinesi olduklarını görüyoruz. Neredeyse bütün kültürlerde yakılarak kokusundan istifade edilen bu reçineler o gün bugündür Hıristiyanlığın kurumsal kokusu haline geliyor, hala kiliselerdeki buhurdanlıklarda tütüyorlar.

Müslümanlıkta ise gerek kutsal kitap Kuran’da, gerekse inanç sisteminin önderinin hayatından aktarılan kesitlerde koku ve parfüme sık sık rastlayabiliyoruz. Kitabın içinde misk veya safran gibi kokulu malzeme, vaat edilen dünyada, yani cennete dair kokular olarak anılırken, muhtelif hadislerde de Hz. Muhammed’in terinin gül koktuğundan bahsediliyor, keza kendisinin kokulara çok düşkün olduğu dile getiriliyor.

Aşklar

Çoktanrılı veya tek tanrılı, tüm inanç sistemleri kompoze edilmiş kokuları kendi kanonları içine dahil ederken bunları kullanan insanların fark ettikleri değişik özellikler bir kısım kompozisyonun dinsel amaçlar dışında kullanım bulmasına da sebep oluyor. Limbik sistemi dolaysız uyarması, hoşluk yaratması ve çekim oluşturması sebebiyle parfümlerin birer aksesuar olarak ama sadece varlıklı ve soyluların kullanabildiği bir aksesuar olarak kullanıldığını görüyoruz. Gerek Yunan gerekse Roma’da kompoze kokuların dinsel amaç dışında çekim unsuru olarak kullanımına dair çok sayıda örnek var.

“Afrodizyak” kelimesinin lisanlara girmesi, Afrodit’in Kazdağları’nda (Olympos) gerçekleştirilen meşhur güzellik yarışmasını kazanmasının karşılığında tek seçici olan Paris’e “baştan çıkarıcı” bir parfüm gönderip Helen’in gönlünü çalmasını sağladığı hikayeye kadar dayandırılıyor.

Romantizm veya cinsel çekim amacıyla parfüm kullanımlarına dair öykülerin Cleopatra ile görünürlüğün zirvesine çıktığı Mısır’da, Sezar’ın ölümünden sonra hissesine imparatorluğun doğu toprakları düşen Marcus Antonius ile Cleopatra’nın ilk karşılaşma anına dair olanı, dilden dile dolaşan bu öykülerin belki de en ilginci.

Anlatılana göre Cleopatra, Tarsus Limanı’na yanaşan ve Marcus Antonius’u taşıyan Roma gemisini karşılamaya Berdan Çayı’ndan (Cydnus) denize açılan bir tekneyle gidiyor. Teknede şık giyimli kız ve erkek çalgıcılar var, keza Cleopatra da kollarını kısmen açıkta bırakan tülden mamul bir kıyafet giyiyor ve altın perdeli güverte kamarasında yol alıyor. Rivayete göre teknenin yelkenleri Roma için asil sayılan eflatun renkli kumaşlardan imal edilmiş ve bu kumaşlar yelken direğine çekilmeden önce kokulu yağlara batırılmış ki artlarından esen rüzgarlar yelkenleri doldurduğunda sadece tekne yol almasın, gideceği yere ondan önce yelkenlere sürülen parfümlü yağların kokusu gitsin. Bu meşhur ikilinin aslında bir politik hamle olan beraberliklerinde evlilik hazırlıklarının ilişkinin sonunu da getirdiğini, Octavius’un bu evliliğin haberini alınca ordusuyla harekete geçtiğini biliyoruz.

Kim bilir, belki de o sonun başladığı an Marcus Antonius’un Cleopatra’nın teknesinden gelen kokulardan etkilendiği an olmuştur.

Hastalıklar & çözümler

Ortaçağdan başlayarak yakın zamanlara kadar aralıklı dalgalar halinde gelerek Avrupa’da bir dönem her üç kişiden birinin ölümüne sebep olan kolera veya veba gibi salgınlar, insanların kokuya ilgilerinde yeni bir kapı açıyor. Bakteri ve virüslerin ne olduklarını ve nelere yol açabileceklerini bilmekten oldukça uzak olduğumuz bu dönemlerde tıp dünyası bu kitlesel ölümlere bir açıklama bulmaya çalışıyor. Yoğun ölümlerin gerçekleştiği bölgelerde vücutlardan yükselen itici kokular, salgının sebebinin koku, dolayısıyla da hava olabileceği fikrini doğuruyor. Hippocrates’ten beri parça parça dillendirilmesine rağmen Montpellier Üniversitesi’nde derlenip toparlanarak kuramsallaşan bu yaklaşımla beraber miyazma teorisi hayatımızın içine giriyor. Teoriye göre salgının sebebi kötü koku ve kötü hava, onu alt etmenin yolu ise tam aksi profildeki, yani “hoş” kokular kullanmak olarak açıklanıyor. İlerleyen dönemde bazı hastalıkların bu dönemsel tıp teorisine uygun isimlendirileceğini, “sıtma” diye bildiğimiz hastalığa “kötü hava” anlamına gelen malaria isminin verildiğini göreceğiz.

Bu dönem bir sağlık önlemi olarak yıkanmanın en az gerçekleştiği, yıkanılırsa cilt üzerindeki gözeneklerin açılarak hastalıkların vücuda nüfuz edeceğine inanıldığı dönemler. Çok seyrek yıkanılmasına rağmen hastalıktan korunmak için onlarca kokulu koruma önlemi ortaya çıkıyor. Evlerin her yanına kokulu sirkeler sürülüyor, saray veya malikane gibi geniş mekanlarda hastalığı kovması için aşı niyetine tütsüler yakılıyor. Seçkin ve soylular, yani imkanı olanlar, bel veya boyunlarında küçük parfüm topçukları (pomme d’ambre) taşıyor, mendillerine parfüm damlatarak ağız ve burunlarını o mendillerle sanki bir maske gibi kapatıyorlar.

Döneme dair en ilginç görsel ise hekimlerin o her tarafı kapalı, göz delikleri camla korunmaya alınmış, gaga şeklindeki burun kısmının içine ise amber, misk, civet gibi hayvansal kokular konulmuş maskeli özel giysileri.

Alkol geliyor

Gerek antik çağlarda, gerekse ortaçağ ve devamında parfüm ve kokulu ürünler sadece soylu veya varlıklılar için bir ayrıcalık. Bu ayrıcalığın temel nedenleri ise hem yapımında kullanılan hammaddelerin pahalı olması ve uzak coğrafyalardan gelmesi, hem de taşıyıcı malzeme olarak kullanılan yağların sadece pahalı olmakla kalmayıp her mevsimde her yerde elde edilememesi.

Koku moleküllerini taşıyan sürülebilir yağın yerine daha etkin başka bir maddenin de kullanılabileceği fikri ilk olarak 1300’lü yıllarda Macaristan’da ortaya çıkıyor. İlk alkollü parfümün ortaya çıkışına dair pek çok efsane var, bunların en bilindik olanında olay yetmiş küsur yaşındaki Kraliçe Elizabetta (veya Isabella) etrafında gelişiyor. Hanımefendi ileri yaşından sebep mustarip olduğu pek çok rahatsızlıktan, romatizmasından gut hastalığına, boyun ağrısından sırtının kamburlaşmasına kadar her şeyden bıkmış bir halde saray efradından bir mucize ilaç, bir iksir talep ediyor. Adamları koşturarak şarap ve likör gibi alkollü içkiler üreten bir manastıra gidiyor, çözüm soruyorlar. Manastırdaki keşişler de arka bahçedeki biberiyeleri toplayarak basıyorlar üzümden elde ettikleri alkolün içine. Birkaç aylık bir bekleme süresi sonunda da elde ettikleri sıvıyı (tentür) götürüp saraya teslim ediyorlar. Kraliçe hanımefendi şişeyi açıyor, önce birkaç yudum içiyor, birazını da üzerine, elbiselerine falan sürüyor. Akabinde ortalığı kaplayan hoş bir biberiye kokusu eşliğinde beklenen mucize gerçekleşiyor, kraliçe koltuk değneklerini bir tarafa atıyor, sırtı dikleşiyor, yanaklarına renk geliyor, hani neredeyse seke seke yürümeye başlıyor.

Hem sürülebilen, hem de içilebilen bu sıvıya Macar Suyu veya Macar Kraliçesi Suyu (Eau de la Reine de Hongrie) ismi veriliyor. Avrupa kentlerine yayılan ünüyle beraber daha çok canlandırıcı ve tedavi edici iddiaları öne çıkan bu ilginç parfümün pek çok benzeri arasında en ismini duyurmayı başaran örneğin Fransa’da, miyazma teorisinin kuramsallaştığı Montpellier kentinde üretildiği söyleniyor. Bağ ağrısına, diş ağrısına, kulak çınlamasına, yorgunluğa iyi geldiği iddiasıyla satılıyor, içindeki alkol de içilebilir olduğundan hiç sorun çıkmıyor. Her bir yudum alan o taze biberiye kokusunu üzerinde taşımak isteyip üstüne başına da serpiyor biraz tabii.

Parfümün ortaya çıkışından beri orijinal olduğu söylenen pek çok formül var. Zaman geçtikçe ve talep arttıkça her bir taraftan gelen talebe cevaben pek çok yeni “orijinal” formül de çıkıyor ortaya. Bunların bir kısmında biberiyenin yanında lavanta gibi başka içerik malzemelerinden de söz edilmeye başlanıyor. İlk haline ait olduğu söylenen formüllerin birinde ise sadece biberiyenin alkole yatırılarak tentüre edilmesinden değil, damıtmadan da bahsediliyor. Buna göre şaraptan dört kez damıtılarak elde edilen alkole katılan biberiyeler 50 saat ılık tutulduktan sonra son kez de beraberce damıtılıyor ve Macar Suyu elde ediliyormuş.

İlginç ama pek de kompleks olmayan koku yapısı ile yaklaşık dört yüz yıl boyunca neredeyse tek alkollü parfüm olarak kalıyor tarih arenasında Macar Suyu. Avrupa’da yaygınlaşması ile beraber de insanlar ilk kez alkolün bir taşıyıcı ortam olarak kullanılmasına alışmaya başlıyorlar. Alkol, elbette pek çok avantajıyla beraber geliyor: Her yerde üretilebiliyor, her şeyden üretilebiliyor, her zaman üretilebiliyor, çok ucuza mal oluyor ve yağ ile mukayese edildiğinde çok çabuk buharlaştığı için taşıdığı koku moleküllerinin de havaya karışmasını (difüzyon) hızlandırıyor. Ucuzluk ve kolay elde edilebilmenin yanında taşımakla yükümlü olduklarını, yani koku moleküllerini havaya hızlı taşıması, parfümlerin yağlı halleri gibi tene yapışmayıp artık daha uzak mesafeden de hissedilebilir oldukları anlamına geliyor.

Bu avantajlar sadece biberiye değil, onun da ötesine taşan çok daha kompleks bir formül ile birleştiğinde, alkol artık parfümler için değişmez bir standart olarak oturacak, alkollü parfümler yağ formundaki parfümleri tamamen silip atarak parfüm dünyasının tek hakimi olacak.

Aqua mirabilis

Fransa’da XIV. Louis’nin yaptığı yasal ve sosyal değişiklikler toplum kurumlarını birer birer etkisi altına almaya başlıyor. Başkentin sokaklarının aydınlatılması, evlerin dışında sokaklarda da bir hayat olduğunun varlıklı kesimlerce fark edilmesi, “cemiyet haberleri” dergileri veya moda olgusu gibi kavramların ortaya çıkması ile belli yaşam tarzları değişmeye başlıyor. Bütün bunlar önce kral ve beraberindekilerin neredeyse dışarıya kapalı bir hayat yaşadıkları Versailles Sarayı ve koridorlarını, daha sonra da dalga dalga yayılarak yeni gelişmekte olan kentsoyluları etkisi altına alıyor. Bu toplumsal değişimlerin elbette kokusal bir yansıması da oluyor.

Geçmişin hayvansal kokularına yönelik beğeniler yavaş yavaş yerini çiçeklere, meyvelere ve meyve çiçeklerine bırakmaya başlıyor. Bir zamanlar deri tabaklanması ve eldiven imalatıyla ünlenen güney Avrupa kentlerinde bile deri giysilerin yavaş yavaş demode olmaya başlamasıyla beraber artık havaya deri kokularından ziyade çiçek tarlalarından yükselen kokuları karışıyor. Kralların bile, seyrek de olsa, artık misk, amber, civet içeren parfümlerden ziyade portakal çiçeği ve turunç çiçeği yağı gibi biraz daha “hafif” seçimlere yönelmeye başladıkları görülüyor.

kolonya dikkanı

İspanyol Sarayı’nın görevlendirdiği Columbus’un Amerika kıtasına ayak basmasıyla beraber eski ve yeni kıta arasında Kolomb Değişimi denilen büyük bir kültürel değişim yaşanıyor. Daha önce varlığı bilinmeyen mısır, kakao, domates gibi pek çok yeni malzeme Avrupa limanlarına inmeye başlıyor. Bir zamanlar uğruna kanlar akıtılan, gemiler batırılan doğu kaynaklı baharat artık bir prestij ve zenginlik göstergesi olmaktan çıkıyor, hem parfüm formüllerinin hem de yemek tariflerinin dışına çıkartılıyor. Avrupa mutfaklarında artık çok daha şeffaf ve düşük kuvvette aromalara sahip yeni veya yerel malzemeler yer buluyor, yemekler de baharatın baskınlığından sıyrılıp sebze ise sebze, et ise et gibi lezzetlere sahip olmaya başlıyorlar.

Parfüm ve yemek gibi sosyal alana koku aktarımının en büyük nedeni olan iki olgudaki minimalist yaklaşımlar, zirvesini 1700’lerin başında İtalya’nın kuzey batısında, Valle Vigezzo’da (Vigezzo Vadisi), Santa Maria Maggiore yakınındaki Creno kentinde yaşıyor. Crenolu bir berber, Gian Paolo Feminis, Macar Suyu’nun alkol ve biberiyeden oluşan basit formülünü geliştirerek birtakım eklemeler yapıyor, üzümden elde edilen ve birkaç kez rektifiye edilen alkolün içine neroli yağı, bergamot yağı, limon yağı, biberiye yağı gibi 30’a yakın özyağ koyarak kendince bir parfüm geliştiriyor. Ortaya çıkan, o zamana kadar bilinen her parfümden farklı oluyor, zira narenciye ve aromatik ot kokuları taptaze, insana kendisini enerjik hissettiren bir profile sahipler. Üstelik eski parfümler gibi cilde sürülünce yağlı yağlı yapışıp kalmıyor, hemen uçuyor, uçarken de beraberinde taşıdığı koku molekülleriyle daha önceleri pek rastlanmamış bir difüzyon örneği sergiliyorlar. İçerdiği alkolün buharlaşmasıyla sadece kokunun difüzyonunu arttırmıyor, uçan alkol bir miktar vücut sıcaklığını da beraberinde aldığı için ciltte geçici de olsa bir serinleme, ferahlama yaşatıyor. Feminis daha sonra parfümünü yeğenine şöyle tarif ediyor: “Parfümüm, yağmur sonrası bir İtalyan sabahı gibi kokuyor ve bana portakalları, limonları, greyfurtları, bergamotları, çiçekleri ve aromatik bitkileri hatırlatıyor. Canlandırıyor beni, duyularımı uyarıyor ve hayal gücüme ilham oluyor.”

Feminis, yaptığı parfüme Aqua Mirabilis, yani “Mucize Su” adını uygun görüyor. Satışa sunarken de “mucizevi” özellikler atfetmeyi unutmuyor. Onun iddiasına göre Aqua Mirabilis cilde, mideye, diş etine, baş ağrısına, diş ağrısına, kulak çınlamasına iyi geliyor, imkansız aşkları mümkün kılarken doğum esnasında yaşanabilen zorlukların da üstesinden gelebiliyor.

Henüz parfümlerde kullanılan alkolün denatüre edilmediği, acılaştırılarak içilemez hale getirilmediği zamanlar (bunun için XIX. yüzyılı beklemek gerekecek) olduğu için Aqua Mirabilis sadece sürülmüyor, aynı zamanda suya, bala, şaraba, et suyuna damlatılıp

 karıştırılarak içilebiliyor.

Ne var ki bütün çabalarına rağmen Gian Paolo beklediği ticari başarıyı yakalayamıyor. Yaptığı ürünün kokusunu her koklayan beğeniyor, ama ne yaparsa yapsın, Valle Vigezzo’da ulaşabileceği insan sayısı kısıtlı kalıyor.

Yoğun tüccar nüfusa sahip, uzak mesafelerle, özellikle de İngiltere’yle ticaretle ünlenen, bu nedenle Hansa Birliği içinde yer alan Köln kentinde yaşayan ve ticari becerilerine güvendiği yeğeni Giovanni Maria Farina’ya ulaşıyor, yardımını istiyor. Giovanni koklar koklamaz bu kadar güzel kokan bir ürünün ilaç gibi pazarlanmasının hata olduğunu, parfümsü yönünün öne çıkartılarak satılması gerektiğini söylüyor.

Ticaretle uğraşan, bu yüzden bir ayağı da Maastricht’te olan yeğen Giovanni, Gian Paolo’dan formülü alıyor ve üretimi Köln’e taşıyarak yeni bir sayfa açıyor. Pazarlanırken ürünün tedavi iddiaları ikinci plana atılıyor, o benzersiz taze kokusu öne çıkartılmaya başlanıyor.

Bu ilginç kokulu sıvı o zamana kadar yağ formunda parfümlere alışık olan insanların çok ilgisini çekiyor, toplu üretildiği yerden mülhem, artık ondan Kölnisch Wasser (Köln Suyu) diye bahsedilmeye başlanıyor.

Kölnisch Wasser’den Eau de Cologne’a

Yedi Yıl Savaşları sırasında Köln’de konaklayan Fransız birlikleri, elbette kentte karşılaştıkları bu ilginç kokuya duyarsız kalmıyorlar. Askerler “keşfettikleri” bu gizli hazineden, Köln Suyu’ndan, yani kendi lisan ve telaffuzları ile Eau de Cologne’dan şişeler dolusu alarak ülkelerine taşıyorlar. Kölnisch Wasser, üretildiği kentin sınırlarını aşıyor, yeni, yepyeni kültürlerle tanışmaya başlıyor.

Bu dönemde dünya sadece parfüm beğenisinde değil, her alanda bir değişim içinde; felsefe ve din alanında bilinenler sorgulanıyor, bilimin hayatın içindeki ve inanç sistemleri karşısındaki konumunu değiştiren yeni oluşumlar hayat buluyor. 1789’daki devrimle beraber de saray ve çevresinin taleplerini karşılayan parfüm dünyasının sesi aniden kısılıyor. Kral ve kraliçe araba ile kaçarken Varenne yolunda durdurulduğunda Marie Antoinette’in teşhis edilip yakalanmasına sebep olan şeylerden birinin çantasından yükselen parfümler olduğu unutulmuyor. Eskiden parfümcülerin önünde kuyruğa giren saray çevresindeki varlıklı ve soylular, ağır kokan “lüks” parfümler sürdüklerinde Ancien Régime (Eski Rejim, krallık) temsilcisi gibi algılanacaklarından, hızlıca yargılanıp hayatlarına son verileceğinden korkar hale geliyorlar.

Kölnisch Wasser

Belki de bir anlamda eskiyi yıkan yeninin, devrimin ve aydınlanmanın işaret ettiği kokusal yön ise Kölnish Wasser’i gösteriyor. Yeni muktedirler olan Fransız kentsoyluları, yoğun ve “ağır” hayvansal ögeler içeren parfümleri kullanmasıyla bilinen aristokrasinin karşısında kendilerini Kölnisch Wasser ve “yerli” benzerleriyle konumlandırıyorlar.

Yukarıda aktardığım “ortaya çıkış” hikayesi, Köln Suyu’na dair anlatılan hikayelerden sadece biri. Bir diğer meşhur hikayeye göre ise Chartreuse dağındaki aynı isimli manastırın tarikatına, Chartreuse tarikatına bağlı bir rahip Köln’de ikamet eden Wilhelm Muelhens’e düğününde rulo haline getirilmiş el yazısı bir parşömen hediye ediyor. Parşömenin üzerinde ise bir parfüm (iksir?) formülü ve yapılışının tarifi yer alıyor. Aromatik bitkileri kullanarak yaptıkları ve sonradan bir liköre dönüşen yeşil renkli ilaçla, Chartreuse tarikatı rahiplerinin eline nasıl geçtiği bilinmeyen ve gene Aqua Mirabilis adını taşıyan bu formüle bakan, hem alkolü hem de ilginç ve hafif içeriği gören Muelhens de, ilginç bir koku olacağını tahmin ederek üretme kararı alıyor. Glockengasse 4711 numarada başlayan üretim sonucunda ortaya çıkan ve daha önce üretilmiş hiçbir parfüme benzemeyen ürün, tahmin edebileceğiniz gibi, çok beğeniliyor.

Antrparantez: “4711” bir kapı numarası için fazla büyük bir rakam gibi görülebilir, ancak şunu unutmayalım ki o yıllarda Köln’e giren Fransız orduları kent meclisinden sokak isimlerinden bağımsız olarak bütün evlerin yeniden numaralandırılmasını talep ediyorlar. Üretilen bu parfüme bir marka verilmesi gerektiğinde ise akla ilk gelen, müteşebbis Muelhens Bey’in kapı numarası, yani 4711 oluyor.

Kokunun başarısı ile her tarafta pıtrak gibi benzerleri türemeye başlıyor. Kölnisch Wasser veya Fransa’da vaftizlendiği ismi ile Eau de Cologne’un ne koktuğu belli, ancak o kokunun markasının ne olacağı yıllar süren davalara konu oluyor. Mucit ve yeğeninin Jean-Marie Farina markasından ayrı olarak Fransız parfümcüleri kendi markaları altında benzer versiyonlarını üretiyorlar. Bunun gibi farklı markalar altında üretilen benzer kokuların yanı sıra bir de aynı markayı kullanan onlarca parfüm çıkıyor ortaya. Farina soyundan gelen ve o soyadını taşıyan uzak veya yakın akrabalar, önlerine çıkan fırsatları değerlendirerek markayı her isteyen yatırımcıya satıyorlar. Öyle bir dönem geliyor ki Köln kentinde “Farina” ismini taşıyan, ancak birbirlerinden bağımsız 39 farklı üretim noktasına rastlanıyor. Ancak parfümün etkisi sınırlı bir çevrede kalmıyor; ilerleyen yıllarda neredeyse bütün bildik parfüm markaları, hatta Fransızlar dahi Köln Suyu’na benzeyen, aromatik bitkiler ve narenciyeler içeren, “taze” ve “şeffaf” kokular üretiyorlar. Üstelik bazıları bundan sadece parfüm satmanın ötesinde avantajlar sağlıyorlar. Örneğin Guerlain’ın “saray parfümörü” unvanını alarak meşhur olması ve devamında isminin bugüne kadar gelebilmesi, markanın kurucusu Pierre-François-Pascal Guerlain’ın İmparatoriçe Eugénie’ye ürettiği Eau de Cologne Impériale (Emperyal Köln Suyu) sayesinde mümkün oluyor.

Napoléon

Köln Suyu’nun bu kadar rağbet görmesini teşvik eden faktörlerden birisi de elbette ünlü ve kamuoyunun gözü önündeki kişilerin kullanımları ile rol modeli haline gelmeleri. Besteci Richard Wagner’in ayda bir litre Köln Suyu tükettiği söylenirken Napoléon Bonaparte onu kat be kat geride bırakarak en fazla Köln Suyu kullanan insan olarak tarihe geçiyor. Koku alma yetisi epey güçlü olan, doğduğu yer olan Korsika’yı gözleri kapalı halde kokusundan tanıyabileceğini iddia eden ünlü diktatörün özel kalem müdürüne göre Napoléon vücut kokusunu beğenmediği hizmetçilerinden uzak duruyor. Birleşik Krallık hükümeti tarafından sürgüne gönderilmesine karar verilen Napoléon, son sürgün yeri olan Saint Helena Adası’na vardıktan bir müddet sonra daha önce Doğu Hindistan Şirketi’ne (EIC) ait bir çiftlik evi olup kendisine tahsis edilen Longwood House’a, kendisi için onarılıp yenilendikten sonra boya koktuğu için girmeyi reddediyor, dört kez yardımcılarını yollayarak taze boya kokusunun geçtiği haberinin gelmesini bekliyor. Kokulara aşırı düşkünlüğü ile bilinen, fakat misk veya gül gibi kokuların hayranı olan eşi Josephine ile hiç uyuşamayan muhteremin her ay altmış adet yarım galonluk Köln Suyu tükettiği söyleniyor. Her sabah valesine omuzlarını ve sırtını bu nefis kokulu sıvıyla ovduran Napoléon, zihnini açtığını iddia ettiği için stres altında hissettiği zamanlarda şeker kütlelerine damlatarak emiyor, saray çevresini de benzer kullanımlar için teşvik ediyor. Hatta rivayete göre sefere çıkarken ince uzun bir şişe dolusu Köln Suyu’nu çizmesine sokarak yanında taşıyor.

Bir diğer rivayete göre ise Saint Helena sürgününde ölüm döşeğindeyken Köln Suyu’na batırılmış pastillerin yakılarak oda kokusunun ferahlatılmasını istiyor. Adaya onunla beraber gelen hizmetlileri, Memluk Ali ismiyle bilinen Louis Étienne Saint-Denis ve Louis-Joseph-Narcisse Marchand, imparatorun isteklerini bildiklerinden kılık kıyafet gereksinimlerinden ayrı olarak zaten yanlarında şişe şişe parfüm de getirmişler elbette ama gene de hazıra dağ dayanmıyor. Fransa veya Almanya’dan getirmek de zor ve zaman alıcı olacağı için Memluk Ali’ye muadil bir Köln Suyu hazırlama görevi veriliyor. Adada bulabildiği malzemelerden, tam aynısı olmasa bile benzer bir parfüm üreten Ali, uzak bir adada zorunlu emeklilik yaşayan Napoléon’un moralini yükselten belki de tek önemli şeyin sebebi oluyor.

Odikolon ve Kolonya

Hz. Muhammed’in terinin gül koktuğu söylemine bağlı olarak İslam dünyasında gül kokusuna ayrı bir önem atfediliyor. Bugün bile Müslümanların hac için gittikleri Kabe’nin örtüsü gül kokulu sularla yıkanıyor. Müslüman bir çoğunluğa sahip Osmanlı İmparatorluğu da elbette gül kokusuna yönelik bu olumlu yaklaşımdan ayrı düşünülemiyor.

Gerek Bulgaristan’ın Kazanlık bölgesi, gerekse Isparta civarındaki tarlalarda hasat edilen güllerden damıtılan gül suları, alabilecek imkanı olan ahalinin evlerine giriyor. Zor koşullarda elde edildiğinden ve nispeten pahalı olduğundan gündelik hayatta çok sık yer bulamasa da eve konuk geldiğinde veya bayramlarda şerbet, şekerleme veya kahvenin yanı sıra gül suyu da ikram ediliyor. Sarayda ise gül suyu ikramı ile görevli bir ekip var; kimi gülabdandan suyu dökerken, kimi de konuğun üzeri ıslanmasın diye hemen onun ellerinin altına bir peçete uzatıyor. Bu ikramlar, hele ki gelen konuk bir yabancı devlet temsilcisi ise bir tören şeklinde gerçekleştiriliyor. Bu tip diplomatik ziyaretlerde gelen konuğa gösterilen ihtimam, temsilcisi olduğu devletin politikalarının da onaylanması anlamına geldiğinden, gül suyu veya diğer ikramların normalin üzerinde yapılması veya tam tersi, bu ikramda kesintiye gidilmesi, önemli diplomatik mesajlar olarak kaydediliyor.

Peki, gül ve gül suyuna bu kadar önem verilen, misafir geldiğinde eline gül suyu dökülen, el ve yüz temizliği gül suyu ile sağlanan bir coğrafyada nasıl oluyor da bugün artık gül suyunun esamisi okunmuyor? Okunmuyor, çünkü 1800’lü yıllarda Osmanlı topraklarına Köln Suyu geliyor. Bu parfüm Alman teknoloji ve bilim dünyasına duyulan güvenle beraber, damıtmayla suyu elde edilen gül çiçeği gibi belli iklime bağlı olmaması, özyağ kullanılarak kolayca üretilmesi, fiyatının uygunluğu gibi avantajlarla gül suyunu tahtından ederek yerine geçiyor.

İlk başlarda yurtdışından ithal edilen ve Fransızca söylenişinin Türkçe telaffuzuyla isimlendirilerek odikolon adı verilen parfüm, daha sonra kolonya’ya dönüşüyor.

Refik Halid Karay’ın yazdığına göre ilk geldiği yıllarda kolonya, II. Abdülhamit ve kızları tarafından da kullanılıyor. Hatta 16 Mayıs 1882 tarihinde Jean-Marie Farina adına, Batı’da örneği görülen “sarayın parfümcüsü” veya “majestelerinin parfümcüsü” benzeri gibi bir ibareyi padişahın tuğrası ile etiketinde kullanabilmek için müsaade istenmesi yönünde bir müracaat, “… sanat eseri sahiplerine, iyi hizmeti görülenlere, daha önce imparatorlukta görülmemiş bir iş yapanlara… verilen” bir Tuğra-yi Garra-yi Şahane talebi ile karşılaşabiliyoruz.

II. Abdülhamid dönemi, pek öyle bilinmese ve anılmasa da, Batı’da yer alan bazı kurumların ilk defa Osmanlı gündelik hayatının içine girebildiği bir dönem. İlk bira fabrikasının kurulmasına benzer şekilde bu dönemde parfüm, kişisel bakım ve kozmetik alanında da yerli müteşebbislerin yatırım ve üretime başladıkları görülüyor. Önce Feriköy’deki imalathanesinde ürettiği pek çok kişisel bakım ürünü, kozmetik ve tabii ki kolonyayı satışa sunduğu Sultanhamam’daki meşhur mağazası ile Ahmet Faruki çıkıyor karşımıza. “Kolonya” kelimesinin (“Faruki Kolonya Suyu”) Türkçeye yerleşmesine sebep olan isim olarak anılan Mısır asıllı Ömer Bey, sadece Köln Suyu formülünde kolonyayı değil, farklı koku profillerinde de parfümler üretiyor. Onu Etem Pertev, Süleyman Ferit (Eczacıbaşı), Kemal Kamil (Aktaş) gibi pek çok müteşebbis, eczacı ve kimyager takip ediyor. Bu dönemde yurtdışından gelen koku hammaddeleri ya oldukları gibi ya belli bir kompozisyon haline getirilerek alkolize ediliyor ve yerli markalarla vitrinlere yerleşiyorlar.

Ahmed Faruki’nin Sultanhamam’daki dükkanının fotoğrafı

Cumhuriyet döneminin ilk yılları ekonomik zorluklar nedeniyle büyümekte olan ithal ikamesi ürünler arasında elbette kolonya da yer alıyor. Bir dönem için pek çok farklı kokulu parfüme jenerik isim haline gelen, yani daha önce her tür kokulu sıvı için kullanılan “lavanta” kelimesinin yerine geçen “kolonya”, aslına benzerlerinden ayrıştırmak için adına “limon” sözcüğü eklenerek satılmaya başlıyor. Bu ilginç bir özellik, zira “limon kolonyası” tanımı Türkiye dışında başka bir ülkede kullanılmıyor.

Kolonya Ahmed Faruki’nin Sultanhamam’daki dükkanının fotoğrafı

Yaygın kullanım kültürünün bu parfümün Köln’den Türkiye’ye yaptığı yolculuk sırasında (ve sonrasında) ayrıştığı tek nokta, isminde “limon” kelimesinin geçmesi değil elbette. Diğer ülkelerde “ıslak silici” veya “wet wipes” denilen mendiller de Türkiye’de genel olarak “kolonyalı mendil” olarak satılıyor. Bu mendillere “ıslak mendil” denilerek kolonya, dolayısıyla alkol içermediğinin altının çizilmesi çok yakın zamanlara denk geliyor. Kebap, lahmacun, simit, hatta börek, poğaça gibi sokak yiyeceklerinin sayısının oldukça fazla olduğu, bu nedenle limon ağırlıklı narenciye kokusunun temizlik çağrıştırmasına sık sık ihtiyaç duyulması ile beraber bu yaygın ıslak mendil kullanımına da muhtemelen başka bir ülkede rastlamak olası değil.

Ahmed Faruki Bey’in II. Abdülhamid döneminde, Malumat gazetesinde yayınlanan reklamındaki kasidesi

Kolonyanın Köln’den buraya yaptığı yolculuk ve burada uğradığı işlevsel değişimler saymakla bitmiyor.

Münih’te şehirlerarası otobüse bindiğinizde muavin gelip diğer eliyle altına kağıt mendil tuttuğu bir kolonya şişesini sallayarak size ikramda bulunmuyor.

Berlin’de bir eğlence yerinde tuvaleti ziyaret etme ihtiyacı duyduğunuzda, malum mekanın kapısında sizi elinize kolonya dökmek (ve verirseniz bahşişi almak) üzere bekleyen görevlilere rastlamak olası değil.

Hamburg’dasınız ve Heldenplatz’da iri bir hamburger yediniz, hesap pusulası size yanında bir “kolonyalı mendil” ile beraber gelmiyor.

Ahmed Faruki

Leipzig’de Güzel Sanatlar Müzesi’ni ziyarete niyetlendiniz, Katharinenstraße’de yürürken, akşam biraz fazla kaçırdığınızdan olsa gerek, midenizde bir rahatsızlık hissediyor, sendeleyerek bir elektrik direğine tutunuyorsunuz. O anda hemen yanınızda bitip size yardım etmek isteyen pek çok kişi oluyor ama içlerinde çantasından çıkardığı kolonya şişesiyle alnınızı silen bir teyze yer almıyor.

Nispeten yakın zamanlarda Türkiye’deki yeni nesillerin Boğaziçi, Es-Ko, Esmen, Eyüp Sabri Tuncer, Fuar, Pe Re Ja, Rebul, Selin, Tariş gibi markalarla tanıdığı kolonyanın kullanımı 2020 yılında yaşanan salgın sırasında zirve yapıyor. İçerikteki alkolün virüsü etkisiz hale getirdiğinin fark edilmesiyle beraber epey zamandır “eskiye ait” veya “anneanne kokusu” denilerek görece uzaklaşılan narenciye kokulu kolonya, gençlerin de alışveriş listelerine girmeye başlıyor.

Faruki kolonya etiketi

Gene salgın döneminde ülkedeki kolonya kullanımının çeşitliliği farklı ülkelerdeki basının ilgisini çekiyor, muhtelif dezenfektanları ikame ederek seve seve kullanılmaya başlanması haberlere konu oluyor. Bu durum çeşitlenerek çıkış noktasındaki kokudan uzaklaşan, artık narenciyelere değil de incirlere, ıhlamurlara, yeşil çaylara göz kırpan kolonyanın aslına rücu edip küllerinden doğmasına sebep olabilecek midir, onu zaman gösterecek. Bilinen o ki Köln kentinden odikolon’a, oradan da kolonyaya kadar süren bu uzun ve kısmen de olsa küresel koku yolculuğu, uğradığı her durakta sadece o durağın bulunduğu kültürden bir şeyler almakla kalmıyor, oraya da bir şeyler katıyor, orada da bir şeyleri değiştiriyor.

yerli mali haftası 1931

*          *          *

 

Kolonya içindeki önemli notalar: Neroli

Meyve olarak yenilmeyen, ancak kabuklarından reçel veya likör imal edilen turunç meyvesinin (Citrus aurantium) çiçeklerinden buhar damıtması yöntemi ile elde edilen yağa verilen isim. “Yerli kolonyaların en belirgin notası nerolidir” dersek yanlış söylememiş oluruz. İsmini XVII. yüzyılda yaşayan Nerola Prensesi’nden alır. Hanımefendi turunç çiçeği kokusunu çok seviyor, deri eldivenlerine bile uygulatıyor. Eldivenli eliyle yaptığı hızlı jestler ile etrafa yaydığı koku, nerolinin kendisi ile özdeşleşmesine ve ismini vermesine kadar varıyor. Turuncun diğer adı “acı portakal” olmasına rağmen turunç çiçeği ile portakal çiçeğinin kokuları oldukça farklıdır. Kuzey Afrika’da neroli ve sıcak su ile yapılan beyaz kahve (café blanc) çok meşhurdur.

Kolonya içindeki önemli notalar: Bergamot

Turunç gibi meyvesi yenilemeyen ancak kabuklarından istifade edilen bir başka meyve, bergamot (Citrus aurantium var. bergamia). İsmin nereden geldiğine dair rivayet muhtelif: Beg Armudu veya İspanya’daki Berga limanı; siz karar verin. Bütün narenciyelerde olduğu gibi bergamotun da kokulu yağı kabukta yer alır, yağ verimi oldukça yüksek olduğu için buhar damıtmasına gerek kalmadan soğuk sıkım yöntemiyle çıkarılır.

Earl Grey çayının karakteristiğini veren aroma bergamot aroması olduğu gibi külah içinde ikram edilen mevlit şekerleri de lezzetlerini bergamota borçludurlar.

En hafif kokulu narenciye olmasından sebep on parfümün dokuzunda üst nota katmanında yer alır, onsuz bir şipr veya fujer parfüm imkansızdır.

Bergamotlu ürün tüketilirken ilaç etkileşimine dikkat etmek gerekir.

Kolonya içindeki önemli notalar: Limon

Farsça “limun” kelimesinden kök alan limon (Citrus limon), diğer narenciyeler gibi Asya kökenli bir meyvedir.

Kabukta bulunan yağ miktarı yüksek olduğundan özyağı, tıpkı bergamot gibi, buhar damıtmasına ihtiyaç göstermeden soğuk sıkım yöntemiyle çıkarılır.

Özyağının doğal yapısı içinde yer alan limonen molekülü yağ çözer ve yağda çözülür, dolayısıyla asırlardır temizlik malzemesi olarak kullanılmıştır. Bulaşık deterjanlarının çoğunda limonun kendisi değilse bile parfümünün kullanılmasının sebebi de zaten zihinlerde temizlikle ilgili kurulan bu kültürel bellek bağıdır.

İçerdiği askorbik asit uzun deniz yolculuklarının en büyük sorunu olan iskorbüt hastalığının önüne geçilmesinde büyük rol oynamış, bu yüzden uzun yol gemilerinin standart kumanyası olmuştur.

Kolonya içindeki önemli notalar: Biberiye

Biberiye (Rosmarinus officinalis) Akdeniz bölgesine ait nanegillerden bir bitkidir. Özyağı buhar damıtması ile elde edilir.

Antik Mısır, Yunan ve Roma’da dönem dönem kutsal sayılan biberiye tarih boyunca çok amaçlı bir kullanım bulmuştur. Yeri geldiğinde ilaç, yeri geldiğinde aromatik bir çeşni, yeri geldiğinde ise parfüm bileşeni olarak kullanılan bitki, yaygınlığı nedeniyle günümüzde taze veya kurutulmuş olarak Akdeniz mutfaklarında sık sık karşımıza çıkar, “beyaz pizza” da denilen İtalyan ekmeği focaccia’nın “olmazsa olmaz”ı haline gelir.

Gelibolu yarımadasında vahşi halde yetişen biberiye, yamaçlardan esen kokusunun bıraktığı bellek izi nedeniyle Avustralya’da I. Dünya Savaşı sırasında burada hayatını kaybeden askerlerin hatırlandığı ANZAC Günü’nde yakaya bir küçük demetle takılarak anma töreninin bir parçası olur.

kolonya çizim